Kırılganlığı Gizleme Arzusu
Salman Akhtar her yalanın arzu yüklü bir düşlem içerdiğini ve dehşetengiz bir imgesel senaryodan kaçış için söylendiğini belirtir. Her yalan nesnelerle olan ilişkileri dönüştürmek üzere kurgulanır ki bu nesne özel bir kişi, bir kurum veya topluluk olabilir. Yalanın kökenleri de sonuçları gibi hem ruhsal alanda yaşanır hem de kişilerarası ilişkileri ilgilendirir. Her yalan bir şeyleri yaratır ve başka şeyleri yok eder. Yalan söylemenin farklı motivasyonları olmakla birlikte bunların net sınırları olmadığından sıklıkla içiçedirler. Örneğin özür dilerken, mazeret öne sürerken veya iş gereği rol yaparken söylediğimiz yalanlar masum yalanlardır. Bunun yanında erken gelişim dönemlerinde yaşantılanan gerçeklikten nefret edilmişse patolojik yalanlar başgösterir. Psikopatik yalanlar veya kasıtlı yanlış beyanlar kazanç ve duyumsal doyum elde etmek için uydurulur. Eksik ileti ve abartı içeren narsistik yalanlar ise genellikle utançtan kaçınmak ve hayali benlik imajını korumak amacıyla söylenir. İlişkilerimizdeki farklı konumlanmalar çoğaldıkça gerçeği çarpıtma zorunluluğu kendini dayatır. Bununla birlikte ilişkide yalana en çok başvuran tarafın iktidarını kurmak isteyen taraf olduğunu ve iktidar tarafındaki gücünü arttığı ölçüde yalanın masumiyetini yitirip yıkıcı bir hal aldığını görürüz. Zira güçlü olduğumuzu göstermek ilkin kırılganlığımızı, yani varoluşa ilişkin apaçık bir gerçeği gizlemeyi gerektirir. Bir öteki ile ilişkiye girmekle, ona duygusal yatırım yapmakla öteki tarafından yaralanabileceğimizi baştan kabul etmiş oluruz. Kırılganlık ilişkiyle birlikte gelir ve ilişki boyunca olduğu gibi sonrasında da kendini dayatır. İlişkideki taraflardan birinin kırılgan değilmiş gibi algılanması sadece erk sahibi olanın değil her iki tarafın bir gerçeği örtbas ettiği anlamına gelir. Sözgelimi cinsiyetler arası ilişkide ‘erk sahibi olana erkek’ denildiğinden bu kırılganlığı gizleme arzusu erkeğin duygu hiyerarşisinde aşikardır. Erkek duygularından en görünürde olan öfkesini sadece üstünlük kurmak için değil çoğu kez ruhunun yaralandığını kendisine ve karşısındakine belli etmemek için gösterir. Demek ki iktidar ilişkisi bir tarafın söylediği o güçlülük yalanına her iki tarafın ne ölçüde mutabık kaldığına bağlıdır.
Gücün toplumsal meşruiyetini sağlayan araçların yani mülkiyetin kendisi ise bizatihi bir yalan üzerine kurulmuştur. Rousseau’nun belirttiği üzere ‘Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Bu, bana aittir” diyebilen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu olmuştur . Yeryüzündeki bütün meyvelerin hepimize ait olduğu ve yeryüzünün kimseye ait olmadığı gerçeğini unutmakla mahvoluşumuzu hazırlamış olduk’. Toplumsal sözleşme ile gücün kullanımı topluluktan bir otoriteye devredilirken icad edilen ortak yalan esasında mülkiyetin bazı kişileri daha az kırılgan hale getirdiğidir. Sırf bu yüzden iktidarlar özel hayatlarının araştırılmasına en büyük direnci gösterirler. Otoritenin özel hayatının tavizsiz biçimde araştırılması onun karizmasını çoğunlukla çökertir. İktidar sırlarını güvenceye almaya çalışarak ahlaksızlığını bilinmezlikle örtmek için meşru ve gayrımeşru tüm araçları kullanır. Fakat tüm bunlara rağmen iktidarın düzenbazlığı açığa çıksa dahi ona atfedilen gücün çoğu kez sarsılmadığını şaşkınlıkla görürüz. Zira ahlaksızlığı görünmez kılan gücün kalınlaştırdığı mahremiyet duvarlarından ziyade otoriteye inananların arzusundaki körlüktür. İktidarın kırılganlığını gizlemeyi çoğunlukla ondan daha çok ona biat edenler arzular. Sıradan insanlar ülküleştirme ihtiyaçlarından dolayı otoritenin gizeminin sökülmesine katlanmakta zorlanırlar. İktidara bu yapay konumunu bahşeden kitle gerçeğin sadece bir kısmını görerek ve onu da çarpıtarak yani otoriteyi ülküleştirerek yalanı bizatihi kendisi başlatmıştır. Bundan sonra gerisini getirmek artık otorite için oldukça kolaydır. İktidarın söylemindeki imkansızlık, sözgelimi bir çocuğun cebindeki bilyenin imha silahı olduğu yalanı bile sorgulanmaz. Söylem biat edenin nezdinde artık gerçeğe dönüşmüştür. Öyle ki söylem üretme işini dahi biat edenler devralırlar. Ülküleştirilen kişinin paranoyası ve bölme mekanizmaları kolaylıkla kitleye bulaştığından komplo teorisi üretme işlevinin de kısmen kitleye devredildiğine artık sosyal medyadan aşinayız. Antik yunan tragedyasında bebeklerin gelecekte kralı öldüreceğini bildiren ve bebeği adeta bir cisimleşmiş lanet kılan kahinlerin misyonunu günümüzde kitlenin üstlendiğine dehşet içinde tanık oluyoruz.
Muktedire iktidarlığı kazandıran şeyin performatif bir yineleme olduğunu söyleyen Judith Butler iktidarın kendi başına bir varlık biçimi değil, bir eyleme biçimi olduğundan ayakta kaldığını belirtir. İktidarın varlığı söylemindeki yalanı sürdürmesine ve yalan söylemesindeki rahatlığa bağlıdır. Tıpkı pazarlık yaparken olduğu gibi yalan söylerken de güçlü olan taraf her zaman daha rahattır. Yalan dolu sözler iktidar ilişkisini yaşatmak üzere tekrar edilir. Sözün tekrar edilebilirliği de sözü söylerken iktidarın ve ona madun olanların gerçeği ne kadar görmezden geldiklerine bağlıdır. Sözlerin, bazen eylemi öncelemesinde olduğu gibi, ilişkinin biçimini de öncelediği görülür. Sözcükler ad koyma anında bahsettikleri edimin ya da sıfatların kendisini canlandırmış olur. Mahkemede suçlu olduğuna hükmedilene kadar zanlının masum sayılmasında olduğu gibi. Eylemin dile dökülüşü fiilleşerek edimde bulunur. İktidarın hakikatin söylenmesinden korkması işte bundandır. Çünkü o iktidarını gözden düşürecek olan şeyin gerçeği söyleyen söz olduğunun farkındadır. Çünkü o, ahlaksızlığının ve uyguladığı şiddetin kitle tarafından dillendirildiği zaman cezasını da bulacağını bilir. Oidipus’un cezasının şiddetini belirleyen şeyin koronun ona suçunu hatırlatmasında olduğu gibi:
Koro: Mutsuz insan, şimdi ne olacak? Babanı (…) öldürdün?
Oeidipus: Ah! İkinci bir darbe indirdiniz bana, acı üstüne acı!
Koro: Onu öldürdün!
İktidarın işlediği suçu suç olmaktan çıkaran şey yeterince ve doğru adlandırmamadır. Muktedirin öfkeli yalanlarla utancını örtmeye çalışmasının nedeni sadece narsistik zedelenmeden kaçmak değildir. Yalan aynı zamanda cezanın fiziksel varlığa yani bedene yönelik tehditlerini de savuşturmuş olur. Yalana eşlik eden öfkesiyle gerçeğin dillendirilmesiyle birlikte ortaya çıkacak olan utandırılma riskini bertaraf etmekle kalmayıp fiziksel güvenliğini de sağlama alır. Utanmaya direnç böylelikle ikili bir işlev sayesinde katmerlenir. Utanç onun için emosyonların utanmazlıkla bezenmiş, görünmeyen hakimidir. Utanç benliğin kırılganlığının göstergesi gibidir. İktidar ilişkisine içkin olan yalan ya da doğru adlandırmama utancı bir zırhla kapladığı için kırılganlığı gizlemekte başarılı olur. Utancın ve kırılganlığın gizlenmesini bozguna uğratacak şey ise adlandırmadır. Meşhur ‘Karal Çıplak’ hikayesinde kral çıplak olduğu için değil çocuk onun çıplaklığını dile getirdiği için gözden düşer ve yoluna devam etmeye korkunç bir utanç içinde katlanır. Hikaye bize adlandırma ve simgeleştirme olmadan edimin eksik kaldığını, gerçekleşmediğini gösterir. Tıpkı efsanelerde kehanetin bir olaya, lanetin gerçeğe dönüşmesinde olduğu gibi Hölderlein’ın deyişiyle ‘söz ölümcül bir olguya’ dönüşür. Hikayede iktidarın itibarı için ölümcül olan söz ise henüz simgesel düzenin kurallarını içselleştirmemiş olan çocuğa düşer. Kraldan henüz korkmayan ve niçin korkması gerektiğini bilmeyen o çocuğa. Çocuğun sözü bir sonraki eylemin yani kralın rezil olmasını zamansal olarak önceler. Hikayenin girişindeki anlatıcının sözleri ise kralın kendini beğenmişliğinin gerçeği inkar etmesine varacak bir aptallık derecesinde olduğunu gösterir ve kralın utanç verici bir duruma düşeceğini haber verir gibidir. Bu yeni kurgulanmış yalana inanmayanlar yani kralın sözde muhteşem giysilerini görmeyenler dışlandığından oyun devam eder. Sözün, yalan da olsa, eylemi öncelemesinde olduğu gibi bir ilişkiyi de öncelediğini ve yapılandırdığını görürüz. Görkemli kral ile ona hayran olanların ilişkisi bir yalan söz üzerine kuruludur. Fakat hikayenin amacı dinleyicinin arzusunu doyurmak olduğundan gerçek yaşamda sıklıkla sürdürülen bu yalan hikayede işlemez. Görülme/bakılma arzusu ile utanma korkusu arasındaki gerilimi hiç dinmeyen kralın arzusuna yenik düşmesinin nedeninin, elbette onun arzusunun yoğunluğunun değil, daha ziyade tebanın korkusunun şiddeti olduğunu biliriz. Kralın ona madun olanlarla ilişkisinin çatısı olan o ‘kralın muhteşem olduğu’ yalanı bir kişinin arzusu ve birçok kişinin korkusu üzerine kuruludur. Hikayede yapı iki ayaklı (birinin arzusu ve birçok kişinin korkusu) olduğundan oyunun bir çocuğun sözüyle nasıl iki ayaklı bir levha gibi hemencecik devrildiğini görürüz. Oysa gerçek hayatta arzulu olan iktidarın korkuları ve korkulu olan kalabalığın arzuları bu yapıyı daha sağlam ve karmaşık kılar.
Nedeni ne olursa olsun yalan gerçeklik ile düşlemin bir biçimde uzlaşmasıdır. İktidar ilişkisinde bu düşlem güçlü olanın herşeye hakkı olduğu ya da benliğinin yüce ve zedelenemez olduğudur. Kırılganlığın dayanılmazlığı ve kırılganlığı gizleme arzusu gerçekliği düşlem lehine çarpıtır. Zedelenemezlik düşleminin sürdürülmesinin koşulu ise yalanın muhatabının varlığıdır. Bu yüzden yalanın muhatabı da yalanı sineye çektiği ölçüde tıpkı yalanı uyduran gibi sahiciliğini yitirmeye mahkumdur. Yalan bir kimliğin yüce ve sahici olduğunu kanıtlamak için söylendikçe sadece o kimliği sahteleştirmekle kalmaz. Yalan devam ettikçe ve yinelendikçe sahteleşme dinleyene de bulaşır. Bunun yanında çıplaklık ihtişamlı giysilerden daha çok göz aldığından dillendirilmemeye ne kadar dayanır, her zaman bilinmez. Krala çıplak deme arzumuz da hikaye dinleme arzumuz kadar gerçektir.
*Psikeart dergisinin 33. Sayısında (Yalan) yayınlanmıştır.
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!