Darbe Fotoğrafları ve Kayıp Kuşak
Hafızanın oluşma biçimi ve izlediği yörünge göz önüne alındığında net bir şekilde şu iddia edilebilir: olay ile hafıza arasındaki süreklilikte olayın kendisi başlangıç, hafıza ise sonuçtur. ‘Diğerleri’nin deneyimlerine ilişkin bir hafızaya sahip değiliz fakat kuşkusuz 12 Eylül konusunda bizim kuşağın hafızasını etkileyen başka işleyişler söz konusu. Ne kadar estetik öğe içerirse içersin hiçbir gösterge bir başkasının yaşadığını benim zihnimde temsil edemez (1). Bunun yanında tarihsel süreklilikte bir yırtılma oluşturan o baskı döneminin benim hayatımdaki kişileri etkilemiş olması dolayımının dışında o dönemi hafızama işleyen araçlar da var. ‘12 Eylül Utanç Müzesi’ ve daha önce sergilenen 12 Eylül resimleri bunlardan bazıları. Fotoğrafın gücü izleyeni olayın kendisine ulaştırma iddiasıyla ve sembolik yönüyle tahayyül edilemeyecek olanın geçişini sağlamasında yatar. Belki bir çoğumuzu derinden etkilemiş ama o ölçüde bize yabancı olan bilmediğimiz geçmişin zamana direnme isteğini o fotoğraflarda görürüz. O dönemi yaşayanların acı-tatlı hatıralarının ‘tatlı’sı sürgüne gönderilmiş acı kısımlarının bizim dünyamıza sızması daha çok beden dilinin hüküm sürdüğü fotoğraflar yoluyla mümkün oluyor. Zira biz gözümüzü açtığımızda onların acılarıyla beraber konuştuğu sözler de yasağın ötesinde bir lanetle gizlenmişti. 80 sonrasının egemen söyleminde ‘emek’, ‘sömürü’ kavramlarıyla birlikte o dönemin insanlık dışı uygulamalarından söz etmek de gözden düşmekle kalmadı, tümüyle bir yan anlamdan, bir çağrışımdan, bir ideolojik yükten ibaret kaldı (2).
Sistematik bir şekilde şiddete uğrayan, şiddetin kendisine uğramayanların ise olasılığına maruz kaldığı bir nesilin dinamizminin bu şekilde bastırılması kaçınılmaz olarak sonraki kuşaklarda da etki bırakır. 12 Eylül sonrasında tüm ülkede kanıksanan ve uzun süre güneydoğuda devlet eliyle OHAL adı altında uygulanmaya devam eden baskı ve işkencenin muhtelif biçimleri Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başvurularında en üst sıralara taşıdı (3). Devlet eliyle gerçekleştirilen ya da devletin ve toplumun seyirci kaldığı kolektif travmalar, yarattığı acizlik duygusuyla, toplum üzerinde, yaşanan çatışmalardan farklı etkiler ortaya çıkarır (4). Toplumun direnç gösteremeden insanlık dışı muamele görmesi savaşta bozguna uğramaktan daha kalıcı etkiler bırakabilir. Fenichel’in dediği gibi bazen siperde beklemek aktif savaşmaktan daha zedeleyicidir. Kitlesel baskı sonucu agresyonunu normal yollardan dışa vuramayan toplumun çaresiz öfkesi sosyal mazoşizme yol açar. Asertivitenin yitirilmesiyle öfkenin grup arasında yayılması ise özellikle aile içinde kendini hissettiren bir çeşit sosyal sadizme dönüşebilir (5). 12 Eylül sonrasında yetişen kuşak olarak asertivitenin yitiminin en bariz biçimini devleti temsil eden kamu kuruluşlarındaki ‘el pençe’ pozisyonlarda gördük. Politik sistem tarafından baskı altına alınan toplumdaki bireysel ve toplumsal değişiklikler, baskı aygıtı ipleri gevşetse dahi, hemen ortadan kalkmaz (6,7). Bu değişikliklerden biri de kronik travmaya maruz kalanlarda görülen utanç hissidir. Bu utanç özellikle travmatizasyonundan veya mahkumiyetinden ötürü çocuklarına bakamamanın getirdiği suçlulukla iç içedir. Bion’a göre bir grup ne kadar stres altında olursa infantil anksiyeteye ve ona karşı savunmaların ortaya çıkmasına o kadar yatkın olur. Çünkü gruplar Klein tarafından tanımlanan ve paranoid-şizoid konum ile depresif konumun karakteristikleri olan ilkel mekanizmalara yatkındırlar. Bion grubun bu duygu ve davranış modlarına ‘temel varsayımlar’ adını verir. Her grup için Bion’un temel önermesi grupların çalışan grup (working group) ve temel varsayım grubundan (basic assumption group) oluştuğudur. Her grupta değişik derecelerde bulunan ve zor koşullarda daha fazla aktive olan ‘temel varsayım’lar kişiliğin irrasyonel, bilinçdışı yönlerinden türeyen emosyonel durumlardır. Bu temel varsayımlar bağımlılık(dependency), savaş-kaç (fight-flight) ve çiftleşmedir (pairing). Çalışan grupun işleyişi ise bilinçli ego fonksiyonlarına benzer ve gerçeklik ile ödevlere göre hareket eder. Bağımlılık varsayımı grubun güvenliğinin sağlanması işinin tek bir birey tarafından yapılabileceğidir. Bion buradaki bağımlılık ve boyun eğme ilişkisini Freud’un ilkel sürü ve onun lideri ilişkisine benzetir. Kaç-savaş varsayımı ise grubun zarardan korunmak için bir araya geldiği ve bunun için birileri ile veya bir şeyle savaşmak gerektiğidir(8). 12 Eylül’de savaşılması gereken düşman dışarıda değil ‘içeri’deydi ve ‘içeri’ye tıkılmak veya dışarıya gönderilmek suretiyle toplum onlardan ‘kaçırıldı’. Düşmanın kim olduğu saptaması ve savaşmanın mı kaçmanın mı tercih edileceği tabii ki grubun lideri tarafından belirlendi. Bu varsayıma göre grubun korunması söz konusu olduğunda birey ikincil önemdedir. Türkiye’de ‘anarşi’ ile savaşın topluma karşı yapılmasına karar verilmesini takiben bireylerin kendini ikincil önemde, ‘teferruat’ gibi hissetmesi sadece o döneme damgasını vurmadı. ‘Düşman’ ortadan kaldırılsa bile bizim kendimizi nasıl hissetmemiz ve nerde konumlandırmamız gerektiğine bir kez karar verilmişti. Bion’un temel varsayımlarından üçüncüsü olan ‘çiftleşme’nin izlerini ise 80 sonrasında sıkça dile getirilen ‘cinsel özgürlük’ söyleminde bulabiliriz. Buradaki varsayım grubun yeni bir umut , yeni bir düşünce, yeni bir hayat getirecek bir şey, belki bir ‘mesih’ üretebilmek için çiftleşmek eski sorunları çözebilir. Cinsellik yeni bir ütopya ya da cennet vaadi gibidir. Diğer yandan bu ümidi yitirmemek için ve hem eylemin hem yanılsamanın devam etmesi adına onun doğmamış olması, doğmaması gerekir. 12 Eylül sonrasında mahremiyetin ve cinselliğin kamusal alana sızmasını ‘bastırılmış olanın geri dönüşü’nden ziyade toplumun yitirdiği ümidini yeni bir yaşam tarzı ile bulma vaadi çerçevesinde ele almak mümkün. Tüm özgürlüklerin kısıtlandığı, sivil girişimlerin felç edildiği bir ortamda üzerine serbestçe konuşulan cinsel alanla beraber özel hayatlar kitle iletişim araçlarında merak konusu yapılarak görüntülendi. Haberler mutlaka özel hayatlara gönderme yapılarak aktarıldı. Günlük hayatın rutini haline gelen devlet şiddetinin izleri yerine medyada ‘aile faciaları’ ve ‘özel hayatlar’ yer buldu. Politika ancak hem ortak hem özel, hem kamusal hem şahsi arasındaki gerilim üzerinde yükselebildiğinden kamusal olanın boşluğuna kişiselliğin gürültüsü yerleşti. Siyasi söylem parti politikalarından, bunların denk düştüğü sınıfsal çıkarlardan ya da kurumsal ihtilaflardan çok, politikacıların kişisel özellikleri üzerine kurulu idi (9). 80’li yıllarda başlayan ’dikizileme’ arzusunun kışkırtılması ve bu ihtiyacın medyada karşılık bulması sonraları 90’larda ‘Popstar’ ve ‘Biri Bizi Gözetliyor’ programlarında ‘umut tacirliği’nden öte, daha müstehcen bir şeye, bir ‘dikizleme ve dikizlenme’ isteğinin somutlaşmasına dönüştü. Bizim kuşağın kitle iletişim araçlarında gördüğü şey ‘özel hayat gazeteciliği’ ve bu programların taşıdığı ‘yeni hayat’ vaatleriydi.
Toplumsal travmanın kuşaklar arası geçişi için çeşitli yollar vardır. Kişinin kendi yaşadığı anksiyete ve çaresizlik hislerinin yanında diğerine yükleyebileceği psikolojik vazifeler arasında en bilinen fenomenlerden biri ‘ikame çocuk’lardır. Bir çocuğun ölümünden bir süre sonra annesi tekrar gebe kaldığında bu ikinci çocuğun gelişmekte olan kimliğine ölmüş olanın imajını ‘yatırır’. Artık bu çocuğun kendine yatırılmış, emanet edilmiş olan kimliği benliğinde barındırma görevi vardır ve buna farklı biçimlerde tepki verebilir. Bu yollardan biri ikame çocuk olarak başarılı bir şekilde emanet edileni özümsemesidir. Bir diğer seçenek borderline organizasyondaki gibi ‘ikili’ bir kimliğe sahip olmasıdır. Veya bu ikinci çocuk sürekli kendini gölgede bırakmaya mahkum bir şekilde ölü kardeşinin yüceltilmiş imajına erişmeyi deneyecektir. Ebeveynler benzer şekilde kendi travmatize edilmiş kendiliklerini de çocuklarının gelişmekte olan kimliklerine yatırabilirler. Böylelikle ebeveynlerin yaralanmış kendiliklerinin taşıyıcıları olan çocukları onlara hem ideallerinin ölmediğini hatırlatacak, hem de bu ebeveynler için kurban olmalarının acısından azad edilebilme ihtimali doğmuş olacaktır (5). İdealleri, yani henüz doğmamış çocukları panzerlerle ezilen bizden önceki kuşağın çocuklarından bazılarının yukarıda sayılan yollardan birini seçtiği (‘seçme’si ne kadar mümkünse!) söylenebilir. Çoğunluk ise henüz doğmadan önce kitlesel olarak benimsenmiş ve kendisine salık verilen yetkeye itaat ve konformist uyumu içselleştirmekten başka bir alternatif ile karşılaşamadan büyüdü (10). Türkiye toplumundaki ikame çocuklara 12 Eylül’de büyüklerinin yaşadığı travmaların zihinsel temsilini canlı tutmak değil, aksine unutmak ve unutturmak görevi verilmiş gibiydi.
Politik liderler geçmişteki toplumsal travmaları hatırlatmak, zihinsel olarak aktive etmek yoluyla kendi ideolojilerini empoze edebilir veya ideolojilerini ve uygulamalarını meşrulaştırmaya gidebilir. Bunu 12 Eylül’ün sadece ‘12 Eylül referandumu’ öncesinde hatırlanmasında somut olarak gördük. Oysa o dönemin popüler kültürünün gölgesinde kalan şiddetin hükmünün bize hatırlattığı ve belki hatırlamamız gereken şey yaralanabilir olmamız, başkalarıyla olan bağlarımızı kaybetme riskinin olduğu, başkalarına maruz kalabilmemizdir. Bedenlerimizin değişmez kamusal boyutunu akılda tutmak adına ve onların bir anlamda bize ait olduğunu hatırlatmak için, bedenlerimiz üzerinde özerklik talep etme hakkımız için o ‘utanç müzesi’ fotoğraflarına bakabilmemiz önemli. Çünkü Butler’ın dediği gibi yaralanabilirliği dikkate almamız askeri olmayan siyasi çözüm taleplerinin temelini oluşturabilir, onu inkar etmemiz ise baskı rejimlerinin oluşmasınının önünü açar. Hakikat komisyonlarının toplumsal yaraları sarma vazifesinin yanında bize yaralanabilirliğimizi hatırlatma işlevi de vardır (11). Bize biçilen rollerin, yüklenen ödevlerin ve gösterilen yolların nasıl şekillendiğini anlamamız, bunların dışında alternatif bir yörüngede kendi kimliğimizi var etmemizi kolaylaşacaktır. Tarih bizden öncekilerin ideallerinin gerçekleşmesini ne ölçüde mümkün kılar bilinmez. Ama şu da var ki şiddet ve baskı altında yara almış ailelerin çocukları, ebeveynlerini onarma fantezilerinden ötürü, kendi toplumlarını onarma potansiyelini içlerinde en çok barındıranlardır.
* Bu yazı Türkiye Psikiyatri Derneği Bülteni’nin 13. Cilt, Sayı 2’de yayınlanmıştır
KAYNAKLAR
- Hirsch M. The Generation of Postmemory.Poetics Today, Spring 2008;29:1.
- Gürbilek N. Vitrinde Yaşamak, 1980’lerin Kültürel İklimi.Metis, İstanbul 1992.
3.http://en.wikipedia.org/wiki/Human_rights_in_Turkey
4.Audergon A,Collective Trauma: The Nightmare Of History. Psychotherapy and Politics International, 2(1) 16–31, 2004.
- Volkan V.The Next Chapter, Consequences of Societal Trauma.November 2006, University of Cape Town.
6.Pérez-Sales P, et al.Long-term psychosocial consequences in first – degree relatives of people detained – disappeared or executed for political reasons in Chile.A study in Mapuce and Non-Mapuce persons. Psicothema .2000. Vol. 12, Supl., pp. 109-116.
- Yıldırım EA, Karaş H. 12 Eylül Travması.Türkiye Psikiyatri Dergisi Bülteni 2009; 12(1):20-24.
- Marinova O. Group Psychology in the Totalitarian System:A Psychoanalytic View.Yearbook of the International Eric Fromm Society;3(1992):69-86.
- Özbudun S, Markus G, Demirer T.Yabancılaşma Ve…Ütopya, Ankara 2007.
- Dindar C. Darbeci, ‘12 Eylül Ruhu’ ya da Halkın ‘Yüce Millet’le İmtihanı.Destek, İstanbul 2010.
- Butler J. Kırılgan Hayat, Yasın ve Şiddetin Gücü.Metis, İstanbul 2005.
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!