Kayıtsızlığa Hücum Ya Da Acıdan Kaçış

‘’Arzu hayatın yarısıdır; kayıtsızlık ise ölümün’’   Halil Cibran

Her insan türdeşlerine ve hatta hissedebilen tüm diğer varlıklara temas ettiği sürece merhamet edip etmeme ikilemi ile karşı karşıya gelir. Bu ikilem öncelikle merhamet etme konumundaki kişinin acı çeken diğerini kendisiyle nasıl ilişkilendirdiğine göre şekillenir. Sözgelimi bu ikilemi önemsediğim bir kişi karşısında ve aramızda olup biten bir şey üzerinden yaşıyorsam; merhamet edip etmemem karşımdakinin beni incitmesinden doğan öfkemin şiddeti, bu ilişkinin devam etmesinine kadar arzuladığım, bu ilişkiyi ne kadar güç ekseninde değerlendirdiğim gibi birçok etmene göre değişir.İşlenmiş olan kabahatin doğrudan nesnesi olduğumda karşımdakini affetmemin empati kurmamdan kaynaklanıp kaynaklanmadığını da kestirmem zorlaşır. Merhamet affetmeye yol açan nedenlerden sadece biridir. Affetmek, tıpkı ceza gibi, bir süreci sonlandırırken merhamet genellikle merhamet edende yol açtığı duygular nedeniyle onu tutum almaya yani yeni bir sürece dahil olmaya zorlar. İkili bir ilişkideki dinamiklerle ilişkili olan affetmenin karşıtı cezalandırmak ya da belki unutmamak ise üçüncü şahıs konumundan bakıldığında merhametin karşıtı cezayı reva görmek veya kayıtsız kalmak olabilir. Benzer şekilde, tanrı tasvirlerinde de aynı kökenden gelen iki sıfattan biri olan ‘’rahman’’ (bağışlayan, rahmet eden) tanrının kulunu kendi gazabından koruması, yani tanrı ile doğrudan kendi kulu arasındaki meselelerdeki affediciliğini betimlerken, ‘’rahim’’ (esirgeyen) yakıştırması daha çok tanrının kullarını daha başka, şeytani kötülüklere karşı esirgeyen konumu ile ilişkili bir sıfattır. Ana rahmi de bir yandan bebeğin gelişip büyümesini sağlarken diğer yandan onu dışarıdaki tehlikelere karşı korur. Yine rahim ile aynı etimolojik kökenden gelen merhameti sayesinde, anne bu koruyuculuk işlevini bebeğini doğurduktan sonra bu kez rahmi ile değil bütün bedeni ile sürdürür. Merhamet kişiyi bu şekilde esirgeyen konumuna zorlayıcı bir işlev görür. Bu esirgeyen konumdan dolayı ikili bir ilişkide bazen karşımızdakine merhamet ettiğimizde bu merhamet bizi kendimiz ile karşı karşıya getirir. Merhamettten söz ederken bu karmaşıklıktan uzak durmak adına merhamet sözcüğünün anlamına daha fazla denk düşen ve ‘affetme’nin daha uzağında olan bir durum üzerinden, üçüncü şahıs ya da ‘’tarafsız gözlemci’’ konumundan devam etmekte fayda var.

 

Duygudaşlık ve Huzursuzlukları

 

Kendi türünün diğer üyelerinin şiddet görmesi veya şiddet tehdidi altında olması karşısında birçok canlı türü öncelikle ve temel olarak korku yaşar. Annenin yavrusunu bir başka canlıya karşı korumasında olduğu gibi bu korku öfke ve saldırganlığa yol açabilir. Sosyal bir varlık olan homo sapiens ise diğer türlere göre daha çok gelişmiş olan ayna nöronları sayesinde travma etkisi altındaki ya da başka bir nedenle acı çekmekte olan türdeşi ile karşılaştığında onun hissettiklerini hissetme ve dolayısıyla huzursuz olma baskısı ile karşı karşıya kalır. Bu kendini dayatan duygudaşlık grup halinde yaşayan türlerin bağlantısallığının temelini oluşturur. Bir arada yaşayan türlerin üyelerinin aralarındaki fiziksel mesafeyi azaltmaları birbirlerinin zihinsel temsillerini canlı tutmaları sayesinde tanıdıklık oluşturmaları ile mümkün olur. Ötekilerin bu zihinsel temsilleri sadece yüksüz görsel imgelerden ibaret olsaydı bunların, insan zihnindeki değeri bakımından, diğer cansız nesne imgelerinden bir farkı olmazdı. Diyebiliriz ki sosyal türlerin üyelerinin bağlantısallığını sağlayan şey diğerlerinin bu zihinsel temsillerinin içsel bir bilgi kaynağı olan duygular eşliğinde kodlanmasıdır. Ötekinin zihinsel içeriğini onun acı çektiğine dair görsel ve işitsel ipuçlarından yola çıkarak, fakat nihayetinde bende olup biten bir şey, yani kendi duygum aracılığı ile bilebilirim. Türün üyeleri arasındaki bağlanmayı sağlayan bu zihinsel kapasite ilk kez kendini bakım verme süresinin uzamasına aracılık eden anne-bebek bağlanmasında gösterir. Yetişkinliğe doğru türün diğer bireyleri arasındaki etkileşimlerinde de aynı rolü oynar. Anne-bebek ikilisindeki bu duygudaşlık en çok da bebeğin varlığının tehlike altında olduğu ağlama, açlık, fiziksel acı çekme gibi durumlara karşı hassastır. Bebeğin varlığının tehlike altında olduğu zaman hissedilen duygudaşlık annenin bebeğinin hoşnutluğundan keyif almasından, yani ona bakım vermesini motive eden ödül sisteminin uyarılmasından daha güçlüdür. Anne-bebek örneğinde olduğu gibi hoşnutluk veren duyguların da deneyimlenebilmesi için bunların çoğu kez diğerleri tarafından uyarılması ya da onlarla paylaşılması gereklidir. Aksi takdirde doğada tek başına yaşayan insan sadece bedensel duyumlar ve korku gibi dar repertuarlı duygulanımlar yaşardı. Sosyal uyaranların tetiklediği duygu yelpazemizin genişliğinin kökeni empati üzerinden işleyen bu bağlantısallıkta yatar. Türlerde karmaşıklığa doğru gidildikçe yavru ile duygudaşlık yavru yerine korkma, onun için tehdit edene öfke ve nihayet onun aldığı hazdan keyif duymaya doğru ilerler. O halde denilebilir ki empati yeteneği esas itibarı ile bir başkasının yerine hoşnutsuzluk duymak üzere evrimleşmiştir. Ötekine temas etmenin hazzından ziyade hoşnutsuzluk duygusu ve olasılığı sayesinde ötekine temas etme, ona yönelik tehlikeyi ya da onun o anki ihtiyacını giderme gibi güdülenmeler oluşur.

 

Freud Uygarlığın Huzursuzlukları adlı eserinde ‘’uygar insan’’a dayatılan kısıtlamalar ile onun saldırgan dürtüleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktan söz ederken süperego oluşumu sırasındaki dış otoritenin iç otoriteye (suçluluk) dönüşümünü tasvir eder. İnsan dürtülerinden zamandizimsel olarak önce aile içinde dış otorite tarafından cezalandırma ve onun sevgisinin yitirilmesi korkusu yüzünden vazgeçer. Sonraları bu otorite figürlerinin içselleştirilmesi yani vicdan korkusu sayesinde içgüdülerini denetim altında tutmayı sürdürebilir. Freud dinsel öğretilerin insan saldırganlığını dizginleme amaçlı ‘’komşunu kendin gibi sev’’ buyruklarını uygulamanın imkansız olduğunu belirtir. Çünkü sevgim benim için düşüncesizce savurup atmamam gereken kıymetli bir şeydir ve herkese bahşetmem onun değerini düşürür. Ayrıca çıkarları için bana çekinmeden zarar verebilecek olan diğer insanları sevmem için hiçbir neden yoktur. Freud’a göre ‘’doğal ahlak’’ adlandırıldığı gibi kendisinin başkalarından daha iyi olduğunu düşünebilmenin narsistik doyumu dışında insanoğluna hiçbir şey sunmaz. Freud’un dediği gibi kültürün ya da toplumsal yasaların insan agresyonunu ve diğer dürtülerini dizginlemek üzere yapılandığı gerçeği su götürmemekle birlikte diğer bir dizginleyici unsur olan merhametin her zaman suçluluktan sonra gelmediğini biliyoruz. Merhamet bizatihi suçluluğa yol açan ve diğer türlerde de bulunan doğal bir kapasitedir. İnsanın ancak empati yoluyla hissedebileceği ‘’ötekiler içinde olma’’ ihtiyacı rasyonel bir çıkar ilişkisinin sonucu değil onun doğal ihtiyacıdır. Merhamet yetisi, dil yetisi ve doğru-yanlış kavramları henüz gelişmemiş olan bonobo gibi primat türlerinde agresyonu baskılayıcı temel yetidir. Merhametim karşımdaki şeyi sadece başkalarının verebileceği zarardan değil kendi agresyonuma karşı da (onu baskılamak suretiyle) koruyucu işlev görür. Bununla birlikte, insan türünde bireyin içinde yaşadığı grup diğer türlere oranla oldukça genişlemiş olduğundan insan merhametini, Freud’un insan sevgisi için vurguladığı gibi, çok seçici biçimde sunmak zorunda kalır.  Buna rağmen ahlaki normu uygulamamı sağlayan şey sadece dışsal veya içsel otoritenin, yani ‘’ötekinin gözündeki ben’’in değil, aynı zamanda merhametimin ‘’benim gözümdeki öteki’’nin bana hissettirdikleridir. Ki bu ikincisinin kökenleri çok daha eskilere, henüz dil yeteneğimin gelişmediği daha arkaik bir döneme aittir.

 

Merhameti herkes birilerine bir şekilde bahşettiğine göre insanın eriştiği ahlaki düzeyi belirleyen şey merhamet edeceği kişiyi yani ‘’benim gözümdeki öteki’’ni hangi ölçütlere göre seçeceğidir. Bu ölçütler benim tarafsız gözlemci olduğum bir konumda iken takındığım ahlaki tavrı da belirler. Seçtiğim bu öteki benim için anlamlı biri olduğunda ya da zihnimde daha ayrıcalıklı bir biçimde temsil edildiğinde kimi zaman dışsal otoriteye, yani sosyal normlara, kimi zaman da kendi ahlaki değerlerime ters düşmek pahasına karar alarak huzursuzluk yaşamayı göze alabilirim. Fakat insanın içinde yaşadığı sosyal grup diğer primatlara oranla oldukça geniş olduğundan bu şekilde merhametine dayanarak ahlaki tutum belirlemesi oldukça sınırlanmıştır. Merhametini de tıpkı sevgisi gibi milyarlarca insan nüfusu içinde sadece kendi karşılaştıkları arasından seçtiği küçük bir azınlığa verebilir. Bunun dışındakiler için acı çekmemek adına inkar veya kayıtsızlığı seçmek zorundadır. Aksi takdirde arkaik dönemlerde huzur kaynağı olan merhamet ‘’uygar toplum’’da çeşitli bedelleri nedeniyle ona sürekli olarak huzursuzluk dayatacaktır. İnsan uygar topluma geçiş ile birlikte güvenlik içinde yaşamak için Freud’un dediği gibi sadece dürtülerinden değil aynı zamanda merhametinden de önemli ölçüde vazgeçmek zorunda kalmıştır.

 

Merhametin Sınırları Ya Da Acıyı İsraf Etmemek

 

Bazı filozoflar ahlakı en genel tabiri ile ‘’ötekine karşı sorumluluk olarak’’ tarif eder. Ortada bir öteki varsa ahlaki karar söz konusu olabilir. Kendime yaptıklarım bir başkasını ilgilendirmiyorsa bu ahlakın konusu olmaz. Ahlaki özne başkaları karşısında doğru-yanlış bildiği değerlere göre hareket eder. Kant’a göre insan bunu çıkarı için değil, toplum içinde ötekilerle bir arada yaşamaktan kaynaklanan bir ödev olarak yapmaya çalışırsa gerçek anlamda ahlaklı olur. Ona göre işte bu ödevin kaynağı sosyal kabul edilme ya da diğer çıkarlar değil temelde başkalarının zarar görüp görmediğidir. Bu tür bir içsel motivasyon elbette doğru yaptığım için iyi hissetme eğilimim yani ego idealinin gelişmesi ile ilgilidir. Fakat ‘’komşunu sev’’ ya da ‘’merhamet et’’ diye öğütleyen ilahi yasalar başka bazı maddeler üzerinden hangi komşuyu sevmeyeceğimiz, ya da en azından daha az seveceğimiz, bir de kime daha az merhamet edeceğimiz konusunda da bize yol gösterirler. O halde kişinin ego ideali ne kadar gelişmiş olursa olsun, kendi grubunun ideolojisinden belli bir ölçüde sıyrılabileceğinden, sınırlı merhametini başkaları üzerinde deneyimlerken dışarıdaki rehberler aracılığı ile çeşitli rasyonalizasyonlara başvurur. Merhametimi ya da kayıtsız kalmamayı kendi bağlı olduğum grup ile sınırlandırırsam bu rasyonalizasyonları daha kolay uygulayabilirim. Hatta bunun için akıl yürütmeme bile gerek kalmaz. Ait olduğum topluluk bunu benim yerime hem grup dışındakilerinin şiddet görmesi, öldürülmesi için hem de grubun üyeleri grup normlarına uymadığı zaman yapar. Bu rasyonalizasyonun haklılığını grubumdan herhangi biriyle istediğim zaman doğrulayarak yapabilirim. Devlet de bütün ideolojik gruplarda net bir şekilde görülen bu mekanizmanın modern bir sürümüdür. Suçlunun alacağı cezanın işlediği suça denk olup olmadığına devletin şiddet uygularken dayanağı olan hukuk karar verir. Bizim gücü kullanma yetkisi verdiğimiz devletin uygulayıcısı olduğu bu denklikte bir şeylerin eksik ya da fazla olduğuna dair hiçbir kuşku duymayız. Kötülüğün yaşadığım toplumda keyfi olarak uygulanmaması için bulunmuş olan bu çözümde beni rahatlatan şey başkalarının üzerinde mutabık olduğu hukuk normlarıdır. Toplumsal normların adil olduğu varsayımı kayıtsızlığımı sürdürür.  Acımı gelişigüzel israf etmemem için devlet beni tıpkı din gibi kime merhamet edeceğim ikileminden korumuş olur. İkna olmaya zaten hazır olan benim için devletin şiddeti için bulmuş olduğu ‘’adaletli’’ gerekçeleri daha ikna edici görünür. Mağdur-fail ikilisi arasında taraf almaya zorlanırken bu ikisinin daha üst konumunda bir yerden şiddet uygulayan devlet ile özdeşleşip sorumluluktan sıyrılırım. Devlet ile özdeşleşip şiddetin kime uygulandığına kayıtsız kalıp kalmama, dolayısıyla gerçeği bilme arzum ise yine süperegomun ne ölçüde dışsal ya da içsel nitelikli olduğu ile ilgidir.

 

Bir duygu uyarıcı imge deposu olarak işlev gören süperego halen dışsal otoriteleri gözetiyorsa ve agresif içeriğinden yeterince arınmamış ise benlik güçlü olanın lehine şiddeti meşrulaştırmaya meyilli olur. Dışsal nitelik baskın olduğunda süperego içeriğinde baskın olan kısım benlik ideali değil katı ve cezalandırıcı birimdir. Bu durumda otorite figürleri ya da iktidar sahibi olanlar süperegonun cezalandırıcı filtresinden geçerken misliyle çarpılıp daha korkutucu görünürler. Böylece travmatize olan kişiye merhamet gösterip onun yanında yer almak, dolayısıyla güçlü ve korkutucu olana karşı gelmek benlik için imkansız bir talep gibi görünür. Kişinin tutumunu belirleyen ölçüt böyle bir durumda ‘’iyi olma’’ ile ilgili değerlerin içerildiği benlik ideali değildir. Katı bir süperego üçüncü şahıs konumundaki birini saldırgan ile özdeşleşerek şiddeti meşru görmeye sevk eder. Onun benliğinin gözettiği şey içsel ahlaki meşruiyet değil dışsal toplumsal otorite onayıdır. Fakat benlik sadece dışardaki muktedirin saldırısından değil kendi şiddetli suçluluk duygusundan da kaçmalıdır. Bunun için ahlaki değer pazarından işine yarayacak olanları seçip aleyhine olabilecekleri almamak için hatırı sayılır bir inkara başvurma zorunluluğu doğar. Gerçeklik kısmi yönleri ile değerlendirilir. Sözüm ona vicdani davranışın referansları en çok mağdurun kusurları ile ilişkili olanlardır. Acı çekene değil saldırgana merhamet göstermeyi seçen kişi gerçekliğin kendi arzu ettiği, daha doğrusu saldırganın arzu ettiği ya da saldırganın kendisine gösterdiği yönlerini görür ve gösterir. Sözgelimi gerçekliğin onca boyutu arasından zalimin öfkesinin ‘’insani’’ olduğunu dillendirilebilir. Fakat şiddetin haklılığına kendisini inandırmak için bu otoriteryen tarafsız gözlemci tıpkı saldırgan gibi mağdura öfkelenmelidir. Saldırganla özdeşleşmek aynı zamanda onun duygularını da devralmayı gerektirir. Devraldığı bu öfke muhatabı olan mağduru ‘’kötü’’ olarak kodlamasını gerektirdiğinden inkarın şiddeti katmerlenir. Öfke zarar verme arzusuna yol açarak nesnesini çarpıtır. Nesne bütünleşmesi yeterince gelişmemiş olanların öfkelerinin yoğunluğuna paralel biçimde karşılarındakini birden mutlak kötüye çevirmeleri bundandır. Oysa doğada mutlak kötü diye bir şey yoktur. Acıyı duyumsama kapasitesi olan varlıklar için az acı çekenler ve çok acı çekenler vardır ve biz bu acılara vesile olanları kötü diye nitelendiririz. Bir kişide hoşnutsuzluk ya da nahoş duyguya sebebiyet vermeden önce yüksüz olan bir imge bu sebebiyet vermesi nedeniyle artık bir başka nahoş duygu (öfke) iliştirilmiş bir imgeye dönüşür. İşte bu imgenin öfke iliştirilmiş yeni sürümüne biz ‘’kötü’’ deriz. Gerçekliği çarpıtmak için öfke oklarını kime yönlendireceğimizi belirlemek yeterlidir.

 

Benim Kıymetli Kayıtsızlığım

 

Kayıtsızlığımın işlevi sadece önüme gelene merhamet ederek beni acımı gelişigüzel biçimde savuşturmaktan alıkoymak değildir. Bunun yanında, kayıtsızlığım zulme tanık olduğum zamanlarda merhametimden doğabilecek suçluluk ya da öfke duygularının etkisi ile benliğimi sürüklenebileceği çatışmalardan da korur. Ya da çatışmayı göze alamayan benliğimi süperegomun saldırılarına muhatap olmaktan alıkoyar. Karşımızda bir acı çeken ve bir de bu acıya vesile olan iki kişi varsa ya kayıtsız kalırız ya da kendimizi kaçınılmaz bir taraf olma ikileminin içinde buluruz. Benliğimizi korumak amacıyla kayıtsız kalmanın ya da merhameti devre dışı bırakmanın türlü biçimlerini her gün çeşitli akla uygunlaştırmalar yoluyla uygularız. Mesela ‘’Herkese yardım eli uzatırsak kendimiz için kaynaklarımızı kullanamayız’’. Ya da ‘’o da bu işlere bulaşmasaydı’’ deyip hem taraf olma ikileminden sıyrılıverir hem de dünyanın güvenli bir yer olduğu yanılsamasını sürdürürüz: ‘’Ben bu işlere bulaşmadığım için başıma kötülük gelmez’’. Zalimler sıradan insanın kayıtsızlığını en iyi bilenlerdir. O yüzden zalim için mazluma çamur atmak yeterlidir. Çamurun izinin sıradan insanların kayıtsızlık güdüsü sayesinde baki kalacağını bilirler. Zulmü meşru kılmak amacıyla zalime geçmişte yapılmış olanların dile getirilmesi her zaman saldırganla özdeşleşme nedeniyle değil çoğu kez benliği korumak için kayıtsızlığa başvurmaktan ileri gelir. Kayıtsızlığın bedeli ise ötekilerle olan bağlantısallığın yitirilmesi ya da kısıtlanmasıdır. Zarar görmeden ya da aklı yitirmeden varlığı sürdürebilmenin koşulu olan kayıtsızlık aynı zamanda ötekinin yokluğu ya da öteki karşısında yokluk anlamına geliverir. İnsan için merhamet edip etmeme ikileminden sıyrılmanın kefareti daha az hissetmek ve hakiki merhamete muhtaç olduğu zaman aradığı yerlerde ona daha az rastlamaktır.

 

*Psikeart dergisinin 37. Sayısında (Merhmet) yayımlanmıştır.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir