Under The Skin*
Under The Skin*
Filmlerde insanın düşünebilen yabancı varlıklarla karşılaşmaları genellikle ve doğal olarak insan perspektinden anlatılır. Bu karşılaşmalarda kimi zaman uzaylı yaratıkların hikayeleri anlatılsa da çoğunlukla esas kahramanlar insanlardır. Jonathan Glazer’in yönettiği Under The Skin (2014) ise dünyada erkekleri avlama misyonu ile bir kadın kılığında gezen dünyadışı gizemli bir yaratığın hikayesidir. Film öykü bütünlüğü bakımından yer yer boşluklar içerir. Örneğin filmin başındaki sahnede gördüğümüz, Scarlet Johansonın oynadığı karaktere benzeyen ölü kadın başroldeki yaratık mıdır? Yaratıklar avladıkları erkeklerden ne tür bir fayda sağlamaktadırlar? Neden hep av olarak erkekleri tercih etmektedirler? Motosikletli yaratık ile başroldeki kadın kılığındaki yaratığın nasıl bir ilişkisi vardır? Bu boşluklar nedeniyle film yoruma oldukça açık olduğu için bilim-kurgu izleyicilerini ikiye bölmüştür. 10 yılda tamamlanan filmi bir şaheser olarak yorumlayanların yanı sıra filmin anlamdan ve mesajdan yoksun olduğunu ileri sürenler de vardır.
Scarlet Johanson’un ustalıkla duygusuz biçimde canlandırdığı bu yaratığın gerçek misyonunun ne olduğu bilinmemekle birlikte misyon büyük olasılıkla enerji elde etmek için insanları tuzağa düşürmektir. Belki de erkekler daha kolay baştan çıkarıldıkları (?), daha önemlisi ise muhtemelen kadınlardan daha az tehlike bekledikleri için yaratıkların hedefi erkeklerdir. Yaratık Londra sokaklarında dolaştığı panelvanı ile gözüne kestirdiği yalnız erkekleri baştan çıkarıp bir eve götürür ve orada cinsel cazibesiyle bir tür sıvı alaşımın içine çeker. Sıvının içinde bir süre bekletilmiş olan erkek bedenlerinin içlerinin boşaltılmış olduğunu görürüz. Bu baştan çıkarıp avlama seanslarının birinde yaratık nörofibromyatosizli garip görünümlü ve sosyal fobik olduğu anlaşılan bir erkek ile duygusal bir etkileşim yaşar. Bu noktada adamı öldürmeyip özgür bırakarak görevini yapmayı reddeder. Dolayısıyla diğer yaratıklarla da çatışmayı ve yok edilmeyi göze almış olur. Yaratıklar sanki görevdeki türdeşlerinin insanlaşma riskine karşı hep tetikte gibidirler. Bu bilim-kurgu filmi bir bakıma filmin kahramanı olan yaratığın insanlaşma ya da insan olan yönünü keşfetme sürecidir diyebiliriz.
‘’Ego Her Şeyden Önce Bedensel Bir Egodur’’
Johansson’un canlandırdığı karakterde önceleri duygulanıma ilişkin herhangi bir işaret yoktur. Tıpkı filmin açılış sahnesinde göz olduğunu anladığımız nesnenin canlı bir göze değil de bir kameranın yapısına benzemesi gibi, yaratığın göz kırpması dahil tüm jest ve mimikleri canlılıktan yoksundur. Bu yüzden yaratık yalnızken jestlerine ve sesine duygu katarak insana benzer biçimde ifade etme denemeleri yapar. Canlılık emaresi göstermemesinin nedeni ise yaratığın bir robot olması değil duygudan yoksun olmasıdır. Hissetmeye başladığı ana kadar yaratığın karşılaştığı insanlarla iki özne arasındakine benzer bir ilişki kurduğundan söz edemeyiz. Çünkü iki insan arasındaki karşılaşma duygulanım içerdiği ölçüde gerçek bir ilişkidir. Duygulanımdan yoksun bir karşılaşmada taraflardan biri diğeri için nötr bir gözlem nesnesine, çıkar elde edilebilecek bir nesneye veya libidinal bir haz nesnesine indirgenir. Tensel duyumlar Freud’un dediği gibi egonun kurulduğu yer ya da öznelliğin başladığı yerdir. Kendi bedeninin zihinsel bir temsilini oluşturmak ve bunu içselleştirmek özne olma sürecinin ilk koşuludur. Yaratık oteldeki eski bir aynada kendine bakmadan bir süre sokakta yürürken yere düşer. Yere düştüğü anda yüz ifadesi hala donuk olmakla birlikte bir şeyler hisseder gibi bir haldedir. Bu sahne ve sonrasındaki aynada kendini tanıma özne olma sürecinin ilk ipuçlarını verir. Özne bütün duygulardan ve duyumlardan önce bedensel huzursuzluğu hisseder. Yaratığın acıkmadığını, susamadığını, bir sindirim ve boşaltım sistemi yoktur. Dolayısıyla bedenine ilişkin ilk zihinsel temsilini sanki yere düştüğü zamanki acı sayesinde oluşturmaktadır. İlk hissettiği şey bedensel acıdır. Kendini tanıma ve bir başkasıyla ilişki kurma ise bu aşamadan sonra başlar.
Lacan dış dünya ile etkileşime girmeden evvel bizde hazır bulunan bir psişik aygıt bulunmadığını öne sürer. Bireyin öteki ile ilişkisindeki dönemsel özelliklere göre edindiği birtakım kimlik formları vardır. Öznenin kuruluşu için ayna evresindeki öteki ile karşılaşmalarında meydana gelen ayna-yansıma ilişkisi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Fakat bundan da önce bedendeki algıların duyumsandığı fakat kavramsallaştırılamadığı parçalanmış beden evresinden geçilir. Henüz özne olmayan ‘yaratık’ (insan yavrusu) tarafından bir şeyler hissedilir fakat zihinde henüz bir beden temsili olmadığı için bunların ne olduğu kavranamaz. İnsan yavrusunun ilk hissettiği bedensel duyumlar huzursuzluk ve acıdır. Bazen bu duyumları yatışma takip eder. İnsan yavrusu acıyı hissederek ve acısının yatışmasıyla bir bedeninin, dolayısıyla kendisinin var olduğunu duyumsamaya başlar. Johansson’un canlandırdığı yaratık da insanlaşmadan yani ötekilerle henüz duygusal bağ kurmadan önce ilkin yere düşerken, sonra da eline diken batması ile çektiği acıda bedenini duyumsar. Bu duyumsamalardan sonra yaratığın aynadaki sureti ilk kez kendi ilgisini çekmeye başlar. Yaratık kendini duyumsadıktan sonra insanlar onun için artık sesleri ve mimikleri taklit edilerek kandırılacak birer nesne değildirler. Onlar hikayesi olan, arzu edilebilen, korkulan ve taklit edilmek istenen (yaratık insanlar gibi yemek yemeyi, sevişmeyi ve gülmeyi arzu eder) varlıklardır.
İnsanlaşma Sancısı
Yaratığın insanlarla bağ kurması ve böylelikle insana gibi olması nörofibromiyatozisli bir erkekle karşılaşması sonrasında başlar. Tıpkı kendisi gibi izole biçimde yaşayan bu kişiyle karşılaşma bu yaratıkta var olan bir potansiyelin, yani duygusal etkileşimin canlanmasını sağlar. Belki de yaratıklar evrimsel süreçlerinin bir aşamasında bu potansiyellerini artık işe yaramadığı için devre dışı bırakmak durumunda kalmışlardır. Yaratıktaki hissetme potansiyeli canlanmaya başladıktan sonra bir erkek ile ilk kez bir ilişki duygusal etkileşim deneyimler. Ona iyi davranan bu erkekle tam cinsel ilişkiye girecekken bir vajinası olmadığını fark eder. Bu sanki korkunç bir şeymiş gibi oradan kaçarak uzaklaşır. İnsanlar arasındayken hissetmeye başladığı korku burada açıkça kendini belli eder. Yaratığın insanların dünyasında duygusal etkileşimin nihai amacı cinsel ilişki kurmakmış gibi bir yanılsaması mı vardır yoksa cinsel organı olmadan insanların dünyasında yaşayamayacağını düşünmüştür, bilinmez. Fakat bu kez de onlar gibi yiyip içemediği için (restoranda diğerlerine özenip kek yemeye çalışırken muhtemelen bir sindirim sistemi olmadığından kusar) için, onların güldüğü mizah programlarına gülmediği için, onlar gibi sevişemediği için insanlardan kaçıp bir ormanda kendini izole eder. Bu kez artık insanlar arasında değil kültürün dışında bir yerde, ormanda yalnızdır. Doğa teniyle duyumsayabileceği ve kimsenin ondan beklentisi olmadığı tek yerdir. Ormandayken yaratığın ormanla bir bütün halindeki imgesi (rüya?) teniyle ve kulağıyla duyumsayabildiğinin göstergesidir. Fakat burada insanın karanlık yüzüyle karşılaşır. Yaratık insanları yalnızca avlamak için mekanik bir şekilde -tıpkı insanların diğer canlı türlere yaptığı gibi- öldürmektedir. Hatta bunu yaparken bir bebeği okyanus kıyısında yapayalnız ölüme terk etmeyi umursamayacak duyarsızlıkla -yine insanların diğer hayvanlara yaptığına benzer biçimde- yapar. Çünkü ötekinin ne hissettiğine dair kendi içsel referansı, yani kendi duygusal deneyimi yoktur. Henüz korkuya benzer bir duygu deneyimlememiştir. Ormancı ise tecavüz etmek istediği, fakat yaratık olduğunu anladığı bu yabancıyı korktuğu için yakarak yok eder. Bu bize şunu gösterir: kendisi gibi olmayana karşı duygudaşlık göstermeyen sadece yaratık değildir. İnsan bunu daha çok korku gibi duygusal ya da dürtüsel nedenlerle de yapıyor olsa da insandışı bir varlık kadar hatta ondan daha fazla dehşet saçabilmektedir.
Öldüren (Yaratık) Kadın
Gerçek hayatta erkekler kadınlara tecavüz edip onları öldürürken bu filmde yaratığın kırılma noktasından önceki tam tersi yönde düzenleme paranoid bir erkek fantazisine benzer. Filmde erkekler ilişki kurmadıkları ve cinsel nesne gözüyle baktıkları kadın tarafından tuzağa düşürülüp avlanırlar. Erkekler dişi yaratığa onun duygusu olup olmadığından habersiz ve bağlamın mantıkdışı olmasına bile bakmaksızın onun bedenine yönelirken katran rengi bir alaşımın içine hapsolurlar. Diğer bir deyişle erkek kadınla yalnızca bedensel haz üzerinden ilişki kurma edimi sırasında tüm çıplaklığıyla erekte olmuş erkek formunda nesnesiz bir mekan içinde donakalır. Erkeği nesne içermeyen bir mekanda, yani boşlukta donakalması bir başka paranoid fantazinin kadın cinselliği ile ilişkilendirilmesini de çağrıştırır. Bilim-kurgu filmlerinin paranoya yüklü klişesi, yani insan bedeninin cyborglar ya da uzaylı yaratıklar tarafından sömürülmesi fantazisi Under The Skin’de kadının esrarengiz cinselliği üzerinden işlenmiştir. Bu fantazide kadının bedeni davetkar fakat tekinsizdir. Tekinsiz olmasına rağmen cazibesi ile erkeği ele geçirir. Oysa fantezi kaynağı dışarıda olan imgelerden türese de fantazi öznenin kendi zihninden türer. Sömürü ilişkileri ile ilgili dünyada gerçek olan bir olgu varsa o da insanın insan bedenini ve diğer canlıları sömürdüğüdür. İnsan gördüğü her şeyi sömürdüğü için kendisinin de (özellikle karşısında tanımlayamadığı varlıklar söz konusu ise) sömürüleceğinden korkar. Parnoid fantazinin gerçekliği tersine döndürme işlevi yani yansıtma düzeneği neyse ki filmin sonunda ifşa edilmiştir: tuzağa düşürülüp bedeni yok edilen insan değil yaratıktır; cinselliği üzerinden dehşet saçan ise kadın değil erkektir.
*Sekans dergisinin 10. Sayısında yayınlanmıştır.
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!