İtaatin Ölümcül Çekiciliği

‘Toplumsal grupların soyutlanmış rakibe ya da ötekilerin kaderine kayıtsızlığ ve soğukluğu çok az insanın direnebildiği bir olgudur. İşkenceciler bunu bilir ve sık sık sınama şansı bulurlar’ Adorno

Kendi egosunda bulunmayan bir gücü, bireyselliğini ve öznelliğini yitirme pahasına başka bir şeyle veya başka biri ile kaynaştırma, ona dahil olma arzusu her insanın mayasında var mıdır? Birey bunu neden isteyebilir? II. Dünya Savaşı sırasında kitlesel Nazi kıyımlarından sonra  bu vahşeti anlama, anlamlandırma çabalarının bilime yansımalarından biri de sosyal psikolojideki toplumsal normların oluşumu, değişkenliği ve bu normların güç ilişkileri tarafından nasıl etkilendiği sorusu olmuştur. Doğanın yıkıcılığı karşısındaki dehşe içinde mistik açıklamalara yönelen ilk insanlar misali 20. yüzyıl araştırmacıları da insanın ürkütücü kıyımları karşısında bilime sarılmışlardır. Vahşetin kitleselleşmesi ve normalizasyonunda anahtar kavramlar olan yetkeci/otoriteryen kişilik ile uyma/konformist davranış ile ilgili ampirik genelekte yer alan çalışmaların kaynak noktaları bu döneme denk düşer.

‘Otoriteryen kişilik örüntüsü’ kavramı ilk kez Eric Fromm ve Max Horkheimer tarafından 1930’lu yıllarda ‘Aile ve Yetke İncelemeleri’ başlığı altında yapılan alan araştırmalarından yola çıkılarak ortaya konur. Daha sonraları Sanford ve Adorno’nun öncülük ettiği Frankurt Okulu Berkeley Grubu tarafından otoriteryen karakter araştırmalarında kullanılan A-S(anti-semitizim) Skalası, E(etnosantrizm) Skalası ve F(faşizm) Skalası’ndan oluşan nicelleştirilmiş araçlar geliştirilir.Fromm’a göre otorite figürüne itaat, sorumluluğun bir başkasına transfer edilmesidir ve ‘bireyin kendi egosu ile(ya da kendi egosunu) yaşama yetersizlğinin dışavurumudur, çünkü ‘güçlü olma dürtüsünün kökleri güçte değil zayıflıktadır’. Doğru gücün kaybı pahasına talihsiz bir ikincil güç elde etme girişiminin arkasında bireyin hayatının denetimi dışındaki güçler tarafından belirlendiği inancı yatar. Otoriteryen karakterin yetke karşısındaki tutumu onun için en önemlisidir. Yetkeyi sever ve ona tabi olmak isterken diğer yandan kendisi otorite olmayı ve başkalarının ona mahkum olmasını arzular.Kısacası onun için iki kutup vardır güç ve güçsüzlük. Gelenekselcilik gibi itaat de kişinin kendi bilincinden çok dış kuvvetlere yönelik bir dürtü gibidir. Yetkeci boyun eğme aynı zamanda yetkeci saldırganlığı beraberinde getirir. İtaat-saldırganlık ambivalansında zulmedici yetkeye dair olan saldırganlık duyguları abartılı bir saygı ve minnet duygusu ile tersine çevrilir(reaksiyon formasyon) ve düşmanlık duyguları dış gruplara yöneltilerek akacak mecra bulur. Yetkeci saldırganlık ile etnosantrizm arasındaki ilişki de bu şekilde kurulmakla birlikte farklı ideolojilerin benimsendiği gruplardaki otoriteryen karakterler için yabancıya yönelik şiddet farklı biçimlerde gerekçelendirilebilir. Örneğin Alman Komünist Partisi’ne bağlı olan işçilerin hemen hepsinde otoriteryen kişilik örüntüsünün var olduğu bulgusu bu örüntü için kültürel ve sınıfsal farklılıkların önemini azaltır.Otoriteryen karakterin hoşgörüsüzlüğü, kutsal kitaplarda aksi buyurulduğu halde, din adına yapılan uygulamalara da damgasını vurur. Freud’a ‘bir din kendini sevgi dini diye de adlandırsa, kendisine ait olmayanlara sert ve sevgisiz olmak zorundadır, her din kucakladıkları için sevgi dinidir (diğer dünya dahil) ;oysa ona ait olmayanlara karşı kıyıcılık her dinde doğaldır’ dedirten budur. Burada kişinin ötekileri cezalandırmak istediği eylemler ya kendisinin yapmış olduğu ya da yapmayı arzuladığı ve yaparsa cezalandırılmayı hak ettiğini düşündüğü eylemlerdir. Zira bilinçdışında arzulmakla yapmak arasındaki fark siliktir. Yani faşist bir ‘nefret ediyorum’ düşüncesi ‘benden nefret ediyor’ ile ‘ona zarar vermek istiyorum’ fikri ‘bana zarar verebilir söylemi ile yer değiştirebilir. Yetkeci karakter için geleneksel olanın dışında düşünmek ve içe bakış  tehlikelidir. Çünkü öz-bilişin derinleşmesi alışageldiği düşünme biçimini, dolayısıyla bir başkasına da norma uyumu dayatmayı tehlikeye attığından her türlü içsel farkındalık ‘felsefe yapma, akıllı ol’ yüzeyselliği ve ironisi ile lanetlenir. Tektipleşme için çabalamanın dışavurumu normdan sapanlara ve yabancılara düşmanlık ve onlarla alay etmedir.

Freud kendi ego idealini terk eden (olasılıkla katı süperego içinde ego ideali az gelişmiş) ve onun yerine önderde bedenleşen grup kurallarını geçiren bireyin durumunu hipnoz altındaki kişiye benzetir. Hipnozcunun deneğe: ‘Şimdi kendini tümüyle benim kişiliğime karıştır;dünyanın geri kalanı tamamen önemsiz’ telkinindeki gibi yetkeci kişinin iradesi ezeli bir arzunun, bir köken arayışının  kurbanı olur. Lacancı deyişle Babanın-Adı yerine ilksel babanın sınırsız gücüne tabii olma arzulanır. Oysa simgesel düzen yani kültürün kendisi dolaysız olanın, gerçekle olan ilişkinin yitirilmesi üzerine kurulur. Zizek ego ideali ile cezalandırıcı süperego olarak paternal otorite ilişkisinin bir diğer boyutunun simgesel düzen olarak büyük Öteki ile öznenin ilişkisi olduğunu söyler. Ona göre yasaklayıcı, katı süperego dolayımsız ‘gerçek’e yani henüz simgeselleşmemiş o imkansız ilişkiye dairdir. Alışılageldiği biçimde bu gerçek Şey’i simgesel yasaklama ile ulaşılmaz kılınan ensestvari arzu nesnesiyle (anneye dair) özdeşleştirmekle acele etmemek gerektiğini söyler. Ve şöyle devam eder: ‘Bu şey aslında babanın ta kendisidir-yani katlinden ve simgesel otoritenin faili (Babanın adı) konumuna yüceltilişinden önceki o müstehcen baba-jouissance-dir’.

Frankurt Okulu’nun toplumsal analiz  düzeyinde temel birim olarak sınıf yerine aileyi koymasının nedenlerinden biri olarak sayılan karakter araştırmalarının kötümser sonuçları sonraları çeşitli araştırmacılar tarafından da desteklendi. Otoriteryen özelliklerin sadece ABD’de  ve batı Avrupa’da değil, Hollanda, Yeni Zelanda, eski Sovyetler Birliği’nde yaygınlığının ve yetkeci olmadığı varsayılan, ulusal olmayan düzeylerde, örneğin psikologlar, Alman Yeşil Parti üyelerinde de varlığının gösterilmesi yetkeci tutumlara yatkınlığın evrensel olma iddiasını güçlendirip ideoloji ile olan bağını zayıflattı. Orta Çağ’a  dek yerleşik ve aşikar olan yetkenin bozulmasıyla ortaya çıkan özgür ve ilkeli olmanın getirdiği yükümlülüklere karşı kararsızlık ve propagandaya yatkınlığın kökenlerini filogenetik olarak açıklama çabaları tekrar gündeme geldi.

Kessler ve Cohrs otoriteryen süreçlerin evrimsel (nihai) kökenleri üzerine hipotez yürütürken  bize Adorno’nun ‘bu soğukluk insan doğasına ilişkin olmasaydı, insanlar çok yakındakiler ya da çıkar ilişkileriyle doğrudan bağlı oldukları kişiler dışındakilere neler olduğuna tamamen kayıtsız kalmasalardı, Auschwitz ortaya çıkmazdı ve insanlar onu kabullenmezdi’ sözünü hatırlatır. Günümüzde uluslar arası sermaye ve güç sahibi grupların amaçlarını kolaylaştıran, ulusal çıkar veya kimlik çatışmaları adı altında asıl niyetin gizlenebilmesine yol açan ya da daha doğrusu gizlenmesine gerek dahi bırakmayan otoriteryen özellik ‘homo sapiens’in zihninde nasıl yer etti? Zihinsel süreçlerin evrimsel açıklamaları söz konusu olduğunda, özellikle yetkeci karakter gibi kültür/ideoloji ve psikodinamik açıklamaraın kesiştiği (ki ikisi de evrimsel terminolojide yaklaşık (proximate) nedenler olarak geçer) fenomenlerde indirgemecilikle suçlanmak (evrim olgusunu kabul edenler tarafından bile) işten bile değil. Buna rağmen adı geçen yazarlar otoriteryen süreçlerin büyük ölçekli arkaik gruplarda işbirliğini ve koordinasyonu kolaylaştırma yoluyla adaptif özelliği olduğu için evrimleşmiş olabileceğini öne sürerler. Küçük gruplarda işbirliğini arttırmak için akraba seçilimi (kin selection) ve karşılıklı özgecilik (resiprocal alturism) gibi klasik açıklamalar kullanılırken büyük ölçekli gruplara gelindiğinde ‘grup normlarına uyum’ kavramı daha çok önem arz eder. Norma uyumun ödüllendirilmesi ve norm dışına çıkmanın cezalandırılması bu gruplarda normun standartlaşması için itici gücü oluşturur. Zaten kişi davranışlarını norma uydurduğunda (cezanın caydırıcılığının yanında) onaylanmasıyla işlerin kolaylaştığını görerek normları benimser.Gruba uyma  birey için grup içinde tanınma ve kabul edilme; grup için ise gruplararası rekabette ve avlanmada avantaja dönüşür. Yani hem bireysel hem grup düzeyinde seçilim söz konusudur. Tüm kültürler için iki temel tabu olan cinsellik ve öldürme tabularına grup içi çatışmayı azaltan diğer yasakların eklenmesiyle kurallar biçimlenir. Gruptan olmayanlar için ölümcül olabilen otoriteryen davranış biçimleri kuralların uygulanması yoluyla grup içi çatışmayı azaltır ve tıpkı günümüz militer gruplarında olduğu gibi homojenleşmeyi sağlar. Grup normlarını en iyi yansıtan (özellikle grup için zorlayıcı şartlar söz konusu ise) kişilerin lider olarak seçildiğinin ve prototip liderlerin sıra dışı olanlarla karşılaştırıldığında kusurlarının daha az fark edildiğinin çalışmalarla ortaya konması algının yanlılaşmasının, aynı zamanda ‘aktarım’ın yani çocukluktaki tümgüçlü baba figürüyle ilişkiyi canlandırma isteğinin kanıtı gibidir. Bu dönüş arzusu sadece birey oluşta zamanı geriye sarma arzusu değil aynı zamanda soy oluşsal bir zaman yolculuğu arzusudur. İnsanoğlu yasayı oluşturabilmek için o eski yenilmez yetkeyi katletmiş ama içindeki yetke ihtiyacını (bu ihtiyaç O’nun yokluğundaki Adının yasayı biçimlendirmesiyle ilintilidir) yok edememiştir. Normların firesiz bir şekilde uygulanması için gerektiğinde şiddete başvuran ‘kralcı’lardan ziyade normu kendi varlığında somutlaştıran ‘kral’dır yürütücülüğü sağlayan. Freud’un ‘Baştan beri iki tür ruhbilim vardır: grubun tek tek üyelerinin ruhbilimi ve babanın, şefin ya da önderin ruhbilimi’ deyişinden esinlenmişcesine yazarlar otorieryen uyum sağlayan üyelerin arzularıyla paralel ve tamamlayıcı biçimde otokratik liderin ortaya çıkabileceğini vurgular.

Kendinden olmayanı, kendine benzemediğini düşündüğünü yani ötekini yok etmenin de kolaylıkla bir grup normu haline gelebildiğini tarihten öğrendik, öğreniyoruz. Yetkeye itaatin her türlü duygudaşılığın önüne geçtiği otoriteryen karakterler ideolojilerin yıkıcılığının mimarları da olsalar onlar ‘sessiz çoğunluğun’ suskunluğuyla desteklendikleri ölçüde yıkıcıdırlar. Arno Gruen bu çoğunluğun spontan olarak kendine özgü olmayanı düşman ilan etmemekle birlikte radikal akımlar tarafından baştan çıkarılma riski taşıdığını söyler. Yani bir çok araştırmada ortaya konduğu üzere onlar da ‘gizli otoriteryen’lerdir. Her insanın grubun dayattığı homojen kimliği değil, kendi özgün tekilliğini yaşamayı hedeflemesi her ne kadar daha ‘rasyonalitenin’ devrede olduğu zor bir süreç olsa da insan zihninde kendine benzemeyene şiddet uygulamasını engelleyen, evrimleşmiş ve evrensel bir araç vardır. Empati, yani ötekiyle duygudaşlık, şiddetin soyut düşüncelerle maskelenmesini ve yetkeye tabii olma arzusunun ve kolaycılığının insaniyetin önüne geçmesini engelleyebilecek yegane potansiyelimiz gibi görünüyor.

*Nef(e)s dergisinin 2. sayısında yayınlanmıştır.

 

KAYNAKLAR

Adorno T.Auschwitz Sonrası Eğitim.(Bülent O. Doğan, çev)Cogito Sayı 36.Yaz 2003.

Batmaz V.Otoriteryen Kişilik, Adorno Sarkacı.2006,İstanbul:Salyangoz.

Freud S.Uygarlık Toplum ve Din(Emre Kapkın, çev).İstanbul:Payel.

Gruen A.Demokrasi Mücadelesi;Radikalizm, Şiddet ve Terör.2010, İstanbul:Çitlembik.

Kessler T&Cohrs JC.The Evolution of Authoritarian Processes:Fostering Cooperation in Large Scale GRoups.Group Dyamics:Theory, Research and Practise.2008.Vol 12, No 1.

Özmen E.Freud ve Lacan ‘Totem ve Tabu’.Akıl Defteri Yaz 2010.

Villarreal LP.Origin of Group Identity.2009,NY:Springer.

Zizek S.Gıdıklanan Özne.Ankara:Epos.2003.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir