Sahici bir erkeksilik olasılığı üzerine

Bir tutumun veya tavrın sahiciliğinden söz ederken en çok gözettiğimiz şey o tutumun/tavrın taklit içerip içermediğidir. Kopyalamanın başladığı yerde özgünlük buharlaşmaya başlar. Bununla birlikte davranış örüntüleri doğuştan gelmeyip kültür içinde edinildiğinden alıntı yapmamak imkansızdır. O halde belki de davranışa yapmacık dedirten şey alıntılama yapılmasından ziyade davranışın onu icra edende eğreti durmasıdır. Erkeksilik hallerinin çoğunu kültür içinde edindiğimiz düşünüldüğünde bir öznede, ki bu özne erkek veya kadın olabilir, erkeksiliği eğreti kılan yani samimiyetsiz gibi gösteren şey nedir? Erkeksilik ‘erkek gibi olmak’ demek ise zaten erkek olduğunu bilen birinin erkek gibi görünmek için biteviye çabalama ihtiyacı nedendir? Bu iki sorunun cevapları farklı yerlere uzanır gibi görünmekle birlikte hem toplumsal cinsiyeti oluşturan kültür hem de özne için benzer bir kökenden gelir ve yaklaşık bir sonuca işaret ederler. Bütün toplumsal kimlik kategorileri gibi toplumsal cinsiyet de varlığını ve sahiciliğini inşa edilme sürecindeki tekrarlamalara borçludur. O halde, diyebiliriz ki erkeğin kendini topluma kabul ettirmesi için zorunlu kılınan konum ve normlar bütünü anlamındaki erkeksiliğin sahiciliği de aslında –tam olarak öyle olmamakla birlikte bilinçdışı özdeşleşmeleri de bir nevi taklitten sayarsak- taklitten türer. Tıpkı oyuncunun oynadıkça rolünü giyinmesinde olduğu gibi erkek de taklit ve özdeşleşmeleri tekrar ettikçe sahici bir erkeksilik imajı verir. Oysa orijinal görünen bu erkeksi şeyin kaynağı dışarıdadır ve bu dış kaynağa organik biçimde bağımlıdır. Kaynağı dışarıdaki ötekilerde olan öznenin bu erkeksi özelliği yine dışarıdaki ötekilerin onayına sunulmak üzere şekillenir. Bunun yanında ötekilerden taklit edilerek veya özdeşim kurularak edinilen özellikler başka  –konumuz itibarı ile kadınsı- özdeşleşmeleri ne kadar maskeliyorsa o ölçüde samimiyetsizliğin sahasına girilmiş demektir. Zira samimiyet ‘içi dışı bir olmak’ demek ise içerdeki bir şeyi inkar edip gizlemek, diğerini ise örtücü bir çıkıntı haline getirmek samimiyetten sayılmaz.

Neredeyse bütün kültürlerde erkek olmaya ilişkin normların yapılanmasında aynı temalara rastlanır. Erkek olmaya ilişkin toplumsal cinsiyet normlarının genel kullanımda erkeksilik değil de erkeklik olarak ifade edilmesi ise boşuna değildir. Erkeklik bir olma hali ile ilişkili olup erkekliğin biyolojik cinsiyete gönderme yapmasına benzer biçimde değişmezliğe ve zorunluluğa işaret eder. Erkeksilik kavramı ise ilişkili özelliklerin evrensel ve yapısal olmayan niteliğini açığa çıkarır. Erkeksi tavırlar diğer cinsiyetlerde de görülebilir ki sözgelimi kadınlardaki ‘erkeği andıran’ hallere erkeksi denmektedir. Erkeksilik ‘gibi olma’ eki içerdiğinden olmaya değil belki tekrarlaması zorunlu değil keyfi olabilecek, değiştirilebilir bir eylemeye vurgu yapar. Değiştirilebilir ise o halde bu kendisinde sabit olmayan ve o olmadığı zaman toplum içinde erkekten sayılmayacağı bir şey anlamına gelir. Tıpkı cinsiyetler arasında görünür farklılığı oluşturan ve simgesel değer taşıyan fallus gibi erkeksi şeyler de bu yüzden daha kırılgandır. Fallus merkezli kültürde erkeklikle ilişkilendirilen (fallik nitelikli) güç simgeleri de tıpkı penis gibi hem gücün hem de kırılganlığın göstergesidir. Belki de penis kırılgan olduğu ölçüde sergilenebilirdir. Yani penis sönükleşebildiği ve herkeste dik durmadığı için dikleşmesi güç göstergesi olabilmektedir. Fallusun kıymeti öznenin elinden alınabilecek olmasından ve tabii ki ötekilerde bulunmama olasılığından gelir.  Erkeksi diye adlandırılan (fallik) nitelikler tekrar edilebilirliği sayesinde toplumsal sahnede erkeği erkek yapar. Tıpkı fallusun tekrar tekrar gösterilebildiği ölçüde varlığını sürdürebilmesinde olduğu gibi. Fallus gücünü arzu doyurma niteliğinden alıyorsa o halde fallus merkezli kültür erk sahibi olanın (erkek) ona sahip olması gerektiği şartını koşar. Oysa fallusun bir diğer özelliği iğdiş edilebilmesidir. Fallik niteliklerle tekrar tekrar özdeşim kurulması iğdiş edilip ikame edilmelerinden kaynaklanan bir zorunluluktur.

 

Cinsiyet rollerinin inşası söz konusu olduğunda fallus merkezli kültürden söz edildiğinden ve erkeksi olarak tanımlanan cinsiyet rolleri fallik nitelikli olduğundan fallus kavramına değinmekte fayda var. Lacan anatomik bir parça olan penis ile fallus kavramı arsındaki ayrım yapar. İnsan cinselliğinin örgütlenmesinde temel rol alan öğe penis değil erkek cinsel organı üzerinde temellenen fallus tasarımıdır. Bu imgesel tasarımın önemi sadece cinsiyetler arası farkı göstermesinden gelmez. Oidipus’a giren çocuğun arzu ettiği ve arzusunun nesnesi olmak istediği ilk ötekinin (anne) ‘fallusu olanları arzuladığı’ varsaymasından ileri gelir. Dolayısıyla fallus ötekinin arzusunun göstereni olduğundan yani ötekinin arzu ettiği şey fallus olarak kodlandığından bu bir varlık yokluk meselesi haline gelir.  Oidipus öncesinde annesinin arzusu (fallusu) olduğunu varsayan çocuk zamanla annesinin tek arzuladığının kendisi olmadığını fark eder. Oidipus safhasına girerek ‘eksik’liğini bu kez fallusa sahip olma yoluyla gidermek ister. Cinselliğe adanmış organı bu sayede cinsel tonunu kazanmış olur. Çocuk arzusunu doyuramayacağını ve hep ‘eksik’ kalacağını bu kez cinsel içeriği olan bir simge üzerinden kavramak zorunda kalacaktır. Dolayısıyla fallusun anlamı arzunun doyurulmasının talep etmekle gerçekleşemeyeceğinin idrak edilmesinde yatar.

 

Oidipusa giriş ile birlikte artık ötekinin arzu ettiği şeyin öznede bulunup bulunmaması ötekilerle kurulan ilişkide belirleyicidir. Bu yüzden ötekinin arzusunun göstereni olan fallusa sahip olmak öznenin arzusudur. Diğer bir deyişle öznenin arzu ettiği şey ötekini arzusu olmaktır ve bu özneye fallus gösterenine sahip olma sayesinde mümkün olabilir gibi görünmektedir. O halde kastrasyon (iğdiş edilme) denilen şey imgesel olarak penisin kesilmesine karşılık gelse de aslında kastrasyonda önemli olan ötekinin arzusunun nesnesi olunamayacağının kabullenmesidir. Fallusun imgesel niteliği yani bıçak altında olduğunun hayal edilmesinin yarattığı korku sayesinde çocuk sembolik olarak iğdiş edilmiş olur. Bu iğdiş etme tehdidi ise ensest yasağını hatırlatan eden baba tarafından temsil edilir. Çocuk annesine yönelik talepte bulunduğunda anne ona kendi üstünde bir yasa olduğunu baba aracılığı ile gösterir. Anne kendi inisiyatifinden bağımsız olan bu Öteki’nin (simgesel düzen) yasasına çocuğun girmesini ‘Baba’nın Adı’na gönderme yaparak sağlar. Öteki’nin yasası hem anneyi hem babayı kendine tabi kılan ve tümgüçlülüğü yok eden yasadır. Çocuk annenin arzusunun nesnesine yani Fallus’a Öteki’nin sahip olduğunu imleyerek kültüre girer ve yasaya tabi olur. Bu kastrasyon süreci sayesinde insan arzu ettiği her şeye sahip olamayacağını anlar ve arzusunun sınırları olduğunu fark eder.  ‘İnsanlaştırıcı kastrasyon’ yoluyla özne her arzusunun gerçekleşmeyeceğini özümseyerek kütürde kendine yer bulabilir. Bundan dolayı arzu sonsuz ve tam olarak doyurulamaz ya da doyurulduğu anda yeniden türeyen bir şey olduğu içindir ki kastrasyon da yaşam boyu sembolik olarak tekrar eder. Hem kadın hem erkek iğdiş edilmekle vazgeçmek zorunda kaldıkları bu imgesel fallusun yerine geçen simgesel nesneleri koyarak iğdişliklerini üstlenirler. Ötekinin arzusuna ulaşmanın yolu bu ikame simgeler (gösteren) üzerinden aranır. Fallus’un diğer tüm gösterenler arasında imtiyazlı bir konuma sahip bir gösteren olması işte bu kökensel ve birleştirici niteliğinden kaynaklanır. Lacan’a göre arzu gösterenlerinin değişebilir yani istikrarsız niteliği de bir temel gösteren olarak fallus ihtiyacını doğurur. Lacan’ın kuramı da bu anlamda kültür gibi fallus merkezli olup çoğu kez heteroseksüel normatif yapıyı gerekçelendirmekle eleştirilir. Lacan’ın kuramında fallusa gösterenler arasında bu ayrıcalıklı konumun verilmesinin fallusun devreye girdiği toplumsal cinsiyet şemalarını onayladığı söylense de kuram ‘özcüğüle karşı inşacılığın’ da önünü açmış olur.

 

Yaşamın başlangıcında ikili birlik halinden kopup dünyaya gelen insan yavrusunun ötekiyle bir olma arzu başlangıçta cinsiyetsiz nitelikte olup fallus ile birlikte cinsiyet kazanır. İğdiş edilmeden sonra ise fallus yani arzunun göstereni olarak kültürdeki fallik gösterenler artık tekrar cinsiyetsiz nitelik kazanır. Erkeksiliğe atfedilen ve çoğu zaman cinsiyet ile ilişkiliymiş gibi görünen özellikler ise keyfi olarak belirlenir.  Toplumsal cinsiyet rollerinin bu keyfi niteliğini kültürden kültüre değişen farklılıklara bakarak çıkarsayabiliriz. Bunun yanında neredeyse evrensel olarak erkeksiliğe yakıştırılan güç göstergelerinin fallik nitelikli olarak adlandırılması cinsiyetler arası ilişkide arzuya karşılık gelen şeyin güç ile ilişkili olarak kodlanmasıdır. Oysa tıpkı fallusa karşılık gelen şeyin erkek cinsel organı olduğunda ısrar etmekte olduğu gibi güç araçlarının da fallus olarak kodlanması ve bunların erkeğe yakıştırılması da keyfidir. Erkeksiliği kültürel olarak kodlayan özellikler diğer birçok bakımdan da fallusa benzerlik gösterir. Sözgelimi erkek olmanın birinci kuralının ‘kadın gibi olmamak’ olduğu belirtilir. Yani kadınsılık erkeksi roller için negatif mihenk taşı gibidir. Kadının yaptığı ‘kadınsı’ şeyler kendiliğinden erkeğin yapmaması ya da sahip olmaması gereken şeylere dönüşür. Yani kadınsı olmamak için erkek toplumsal sahnede fallusa sahip olduğunun işaretlerini göstermek durumundadır. Diğer kurallar ise erkeğin başarılı, rekabetçi, öfkesini sakınmayan, vb olması gerektiğidir. Erkek çoğunlukla adeta ‘başarı nesnesi’ olmak için eğitilir. Erkek çocuğu sevilmenin ve arzu edilmenin koşulunun kıskanılacak başarı öyküleri yazma veya başarıyı simgeleyen tüketim nesneleri edinme olduğuna kız çocuklarına kıyasla daha fazla inandırılır. Kapitalist sistemde tüketim nesneleri ihtiyaç doyurmaktan öte gösterge olarak değer taşırlar. Herkesin tüketim nesnesini arzuladığı varsayıldığı ve ona sahip olana haset edildiği için tüketim nesnesi arzunun nesnesi olur. Dolayısıyla tıpkı fallus gibi arzu edilen bu şeylere sahip olan kişiyi de arzu edilir kılar. Tüketim nesneleri sahip olunduktan sonra arzu edilir olma özelliğini yitirdiğinden onları arzulamanın sonu gelmez. Hep daha lüksüne sahip olan birileri vardır. Daha öncekileri eskitmek için yeni sürümler üretmeye programlanmış teknolojinin nimetlerinden daha çok faydalanacak birileri her zaman için bulunur. Bu bize fallusun hep dışarıda, Öteki’nde, kültürde yer aldığını ve hiçbir zaman ele geçirilemeyeceği olduğu söylemini hatırlatır. Erkek olma ile daha çok ilişkilendirilen (fallusa) sahip olma kapitalist düzende iğdiş edilmeyi zorlaştırır. Daha fazlasına sahip olarak tatmin olacağını düşünen birey hazzın geçici niteliği nedeniyle hayal kırıklığına uğramaya mahkumdur. Fallusun ikame edilebilirliği kapitalist düzende sadece mülkiyet ve başarı üzerinden gerçekleşir. Özne kapitalist düzende arzusunu bu yolla tatmin edemeyeceği yanılsamasının farkına varamaz. Bu yanılsamaya özneler arasındaki ilişkinin yerini haz nesnelerinin alması eşlik eder. Özneler arasına bir kez daha ve daha fazla dolayım girer. Nesneler öznenin dünyasının ve insanlar arası ilişkilerin merkezine yerleştikçe samimi ilişki olasılığı kaybolur. Eril konumun fallik niteliği bu kültürde şekillendiğinden erkeksi olanın bu nesnelerin bu dolayımına daha çok girdiği söylenebilir. Fallusa sahip olma yanılsaması eril konum ile bağdaştırıldığından kapitalizmin bu sembolik iğdiş edilmeyi zorlaştırıcı etkisi erkeği daha fazla hüsrana uğratır. Zira fallusa özgünlüğü kazandıran şey tekrar tekrar iğdiş edilebilmesi ve yerini başka gösterenlere bırakabilmesidir.

 

Erkeğin kırılganlığı fallus merkezli kültürde fallik öğelerle gizlenir. İğdiş edilme yani kadınsı konuma düşme ile ilgili kaygılar otantik bir cinsiyet kimliği olanağını kısıtlar. Gerçekte benliği ve onun parçası olan cinselliği oluşturan özdeşleşmeler çoklu ve çekişmelidir. Her kayıptan sonra kaybedilen kişi ile özdeşim kurulduğundan dolayı her özne çifte cinsiyetliliği çeşitli oranlarda içinde barındırır.  Çünkü yaşam boyunca hem kadın(sı) hem erkek(si) olanlarla çoklu ilişkiler kurar ve onları yitiririz. Bu karşılaşmalar ve kaybetmeler çoklu özdeşleşmelerle sonuçlanır. Ben cinsiyetleri özdeşleşme yoluyla üstlenirken eşzamanlı olarak inşa sürecine girer. Özdeşleşme aynı zamanda arzu üreten bir süreçtir. Özdeşim kurulan kişinin ilişkisel konumu ile de özdeşim kurulur. Sözgelimi bir erkek annesi ile özdeşim kuruyorsa bu özdeşleşmeden doğan kadınsı arzu ve ilişki kurma tarzı ile de özdeşleşir. O halde erkeksi konumda ısrar aynı zamanda özdeşleşmelerin bir tarafını inkar anlamına da gelir. İlişki yaşam boyu yinelendiğinden özdeşleşme ile toplumsal benliğin inşası da süreğendir. Sadece hatırlanmayan geçmişteki, maziye gömülü ‘kökensel özdeşleşmeler’ söz konusu olmadığına göre erkeksilik de kültürdeki normatif tekrarlar sayesinde inşa edilir. Normatif dayatma bir bakıma özdeşleşmenin zorla kabul ettirilmesidir. Yani ‘şöyle yapacaksın’dan daha ziyade ‘şunun gibi yapacaksın’ buyruğudur.  Bu toplumsal buyruk nedeniyle erkeksi konumu sürdürmek adına diğer toplumsal cinsiyetlerle özdeşimler inkar edilir. Toplumsal cinsiyet rollerini üstlenme sürecinde tekil norm dayatmaları bu rolleri üstlenen birey için samimiyetin yitirilmesi anlamına gelir. Hegemonik cinsiyet normunun dayattığı  ‘ya öyle ya böyle’ olmaya razı oldukça erkeksiliği takınan bireyin sahiciliği kaybolur. Eğreti ve tekdüze cinsiyet rolleri ile maskelenmemiş samimi bir erkeksilik olasılığı ise ancak çoklu cinsiyet özdeşleşmeleri sayesinde mümkün olabilir.

 

* 7 Eylül 2014 tarihinde www.kaosgl.org websitesinde yayınlanmıştır.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir